Ukrayna Savaşı Sayılarla
Ukrayna Savaşı Sayılarla
Ukrayna'daki savaşın birinci yılında Rusya'nın kayıpları.
Kitap

[Roman] İvan Korsak’ın “Sadık Paşa” romanı PDF indir

Ukraynacadan Çeviren: Ömer Dermenci

Sen kimsin?
İşte şimdi sakince, Pontius Pilatus gibi kendi kendine sorabilirsin…

Ha, belki sen de bir zaman Mesih’in kaderinden Pilatus’un elini çektiğin gibi, kendi
kaderinden kaçtın, hatta başkaları da senin gözlerinin önünde senin kaderinden ellerini çektiler.
Yıkayıp bir güzel kuruladılar ellerini. Tertemiz. Şimdi ise oturmuşsun İstanbul’da, Boğazın
kenarında, cümleden azade. Dokuz küsur yıl önce, daha doğrusu 25 Ağustos 1841 günü de aynı
böyle oturmuştun. Böyle dokuz çetin ve hummalı yıl.

Sadık Paşa kitabını tıklayarak PDF olarak indirebilirsiniz.

Yine o zamanki gibi Şimdi de sabahın erken sularında, Rumeli tarafından köpekler
ulurken, bu taraftan, Anadolu tarafından da çakallar onlara ulumalarıyla nispet yapıyorlar. O
zaman sen korkunun kucağında hissetmiştin kendini, dilinden biricik söz bile anlamadığın yaban
dünyada bir köşe bulamamıştın. Saklamaya ne hacet, hani Osmanlı Devletinin her tarafına birer
ahtapot kolu gibi çaşıtlarını yayan Rus sefaretinden korkmuştun. Az kalsın yoklara karışıyordun.
Seni boğan, yiyip bitiren bu ürpertici düşünceler içinde fark etmeden uyuyup kalmıştın da
müminleri ibadete çağıran müezzinlerin nağmeli sesleriyle uyanmıştın. Şimdi Boğazın iki
yanından köpek, çakal ulumaları duyuluyor, dalgalar kıyıyı tokatlayıp tuzlu sularını sıçratıyor,
martılar alaylı çığlıklar atıp kör edici beyaz kanatlarını çırparak suyun üzerine düşüp sonra
yeniden havalanıyorlar. Gökyüzü de aynı o zamanki gibi yüksek, inanılmaz mavi, hatta eflatun
renginde. Yaratıcı sanki boyasıyla boyarken özellikle mavisini fazla kaçırmış. Ve yine o zamanki
gibi müezzinlerin sesleri sivri alemli minarelerden yayılmakta. O zaman kısacık uyku, sıcacık
damlalı bir yaz yağmuruyla birlikte senin korku ve endişelerini yıkayıp götürmüştü. Şimdi ise
yanan kızarmış göz kapaklarını yummaya dermanın kalmamış. Şimdi korku yok ama belirsizlik
var. Boğucu ve kekre, korkudan bile çok sancı verici.

Sen kimsin?

Sen, sonuncusu 1831 yılında kendi gözlerinin önünde, ümitsizce ama özgürlüğe
gerçekten inanarak Ukraynalılarla birlikte olmuş, defalarca başkaldıran kardeşlerinin kanlarıyla
ıslanmış, yine defalarca yabancı postallar altında parçalanmış bir ülkenin çocuğu, bir Lehsin
misin? Yoksa doğduğun, ruhunla birlikte büyüdüğün, ebediyete kadar ait olduğun ve ayrılırsan
kurumuş bir dala döneceğin Ukrayna toprağından bir Kozak mısın? Ne var ki, ne Polonya ne de
Kozak Ukrayna’sı seni burada, İstanbul’da savunacak kudrete sahip değiller. Adam
Czartoryskinin Paris’te sürgündeki Polonya hükümeti sana, Türkiye’deki ajanına Amerikan
vatandaşlığı dokunulmazlığı vaat edip duruyor ama o da okyanusun köpüklü dev dalgaları
arasında kaybolup gitti. Nihayet dün Fransız sefiri, monşer terbiyeli Aupique mahcubiyetinden
gözlerini kaçırarak, gevrek ve kısık sesle bir kabahati olmadığı hususunda özrünü resmen beyan
etti:

― Üzgünüm ama Fransa himayesini bundan sonra sizden çekecektir.

İşte Mihal, bugünden öte sen, buldukları yerde bileklerini kıvırıp, bağlayıp, sana canım
Kiev’i öylesine hatırlatan İstanbul servileri yerine, seni uçsuz bucaksız ve göz kamaştırıcı beyaz
kristalleriyle Sibirya karlarını temaşaya göndermek için emir almış, çarın ajanlarına karşı silahsız
bir kimsesin. O temaşa sırasında müezzin sedalarıyla meşk yerine damarlarda akan kanı
donduran aç kurtların ulumalarını duyacaksın.

***

Sen hiç kimsesin ve hiç kimseninsin.

Volin’deki muharebeden başlayarak her şeyi teker teker sana hatırlatacaklar.

Öte yandan bu kaderi sen seçtin. Şimdi bile, bu karanlık çıkmazda pişman değilsin. Ve bu
kader, şimdi uzaklarda kalmış memleketlerde, o zamanları Ukrayna’nın yukarı Dnipro Rus
havalisinin ticari Kudüs’ü mesabesindeki Jıtomir Vilayetine bağlı Berdiçev’e on üç fersah
uzaklıkta kana Kodenki deresinin kıyısındaki Halçıntsi köyünde seninle birlikte büyüdü. Daha
dünya gelir gelmez, bu aleme adım attığını avazınla ilan ederken deden vakarla istavroz çekip,
kehanet gibi şöyle buyurdu:

― Adını Mihal koyalım, Kozakların büyük meleği Mikail (A.S.) onu korusun!

Olası soğuk algınlığına karşı kış günlerine kadar saklanan kurumuş ıhlamur çiçekleri
kokusu misali, evlerine sinmiş soyluluk ve Kozaklık ruhu birkaç nesildir hissedilirdi. Başını
yerden daha yeni kaldırmıştın ki, sena bir Kozak kıyafeti giydirdiler. Hatta eski Ukrayna
hatmanları gibi önüne balıkçıl tereği iliştirilmiş kalpağın bile vardı. Ailenin guruydun. Hele
amcan, memnuniyetinden kendisinden geçerdi. Çünkü sen doğduğundan itibaren onun gözdesi
olmuştun. Ailesinden kardinaller, voyvodalar çıkmıştı, Zaporijya Kozaklarına elçi gitmişti.
Napolyon’un Polonya’yı Rus işgalinden kurtarmasına az yardımları dokunmamıştı. Amma
içlerinden birileri de var ki, babasına rağmen çarın hizmetine girmiş, Berezin’de düşman
tarafında savaşmıştı. Babası onu görmek bile dilemezdi. Üstelik oğlu babasının karşısına, Rus
çarının taktığı nişanlarla bezeli üniformayla çıkmaya yeltenince babası titreyen elleriyle toplu
tabancasını ateşlemişti. Kurşun şans eseri yalnız üniformayı delmişti de oğlu bir daha babasının
gözüne görünmeye cesaret edememişti…

Mihal’in babası ise maalesef hayata erken veda etmiş, annesi havalilerinin en güzeli ve
kibarıyken yeniden kocaya gitmeyi reddedip oğlunu tam bir Kozak olarak büyümesi için bütün
şefkat ve sıcaklığını çocuğuna vermişti. Daha el kadardı ama atikti. Daha yeni yere basmasını
öğrenmişti ama eyerde ustaca tutunuyordu. Başını diker dikmez atı dörtnala sürdü. Görenler
gözlerine inanamadı, meşe ocaklarının ve akağaçların yanından uçarak geçerken korkudan
yürekleri hopladı. Sonra atını yine yolun iki tarafı uzun kılçıklı çavdar, olmadı yeni düşen kar
tanelerini andıran sarhoş edici kokulu çiçekleriyle Arnavut darısı denizinin kapladığı düzlüklere
sürdü. Gökyüzü çiçeğe durmuş keten deryası tarlalarla sarmaş dolaştı…

Gözlerini yumar yummaz hemen Halçıntsi girişindeki eski kilisenin hatırası karşısına
dikilir. Sonra, derede akan suyun şırıltısı ile birlikte artık yaşlandığı için yorgun ama
durmaksızın gıcırdayan su değirmeninin sesi gelir. Buram buram bal kokan bahçeler içinde
uzanan ak sıvalı evler, uçuşan arılardan adeta inler. Hatta belki de, bu dünyayı terk ederken
kulağında senin ilk öğretmenin Ozan Levko’nun özgürlük üzerine söylediği Kozak destanlarını
ve havalarını duyacaksın. Onlar, eğriye eğri diyebilen ve şaraptan daha mest edici nağmelerdi.

Halbuki kaderin şirin bir iltifatıyla kurtulup, kendine başka bir yol bulduğun hiç de az
değildir. Jıtomirliler seni pek gençken mebus seçmişlerdi de sen ikinci sırada seçilen amcanın
lehine bu sanı reddetmiştin. Çünkü yorgun leylek sürülerinin kanatlarında gelen, yalnız bahar
değil, insanın özgürlük duygusu ve ona sahip olma hevesiydi.

Sen o zaman kendi kaderinden kaçmıştın, ne yaparsın, dünyadaki zulmü ve hileyi
haddinden fazla bulmuştun. İşte, Tadeusz Kosciuszko’yu yakalama işinde babası görev almış bir
Tambovlu beye bir emirname ile Kiev mıntıkasında bir köy hediye etmişlerdi. O adam acımasız
ve merhametsizdi, kendi toprağında çalışan köylü kadınları saçlarından tavana astırır, sonra saç
örgüsünü usturayla biraz biraz keserdi. Saç telleri artık azalınca bedenin sıkletini çekemez, kadın
yere yığılır ama kanlı deri parçasıyla kalan saç örgüsü tavanda salınır kalırdı. Ya o adamın süvari
subayı bir arkadaşı yok mu? Dostlarıyla eğlenmek için köyün bütün gelinlerini kızlarını malum
zevk için zorla toplamıştı. Eğlenceleri kocaların, erkek kardeşlerin, babaların konağın üzerine
kuru saz yığıp ateşe vermeleriyle sona ermişti. Üstelik konağın etrafında baltalarla, balyozlarla
beklemişlerdi. O cehennemden çıkmış olsa bile tek bir erkek yaşamadı. Ne var ki, köycek köylü
Sibirya’ya sürüldü.

Hayatın boyunca tuhaf gelişti hadiseler… Seni mebus seçtiklerinde artık direnişe katılma
kararın kesindi. Güya seçeneklerin vardı ama aslında önündeki yol tekti. Hayat süratle ve ferman
kar eylemez bir işleyişle akıyordu. Elbette sen, kendine saygıyı unutmak şartıyla, bu gidişata dur
diyebilirdin.

Sen kendi paranla pulunla ve kendi adamlarınla tertip ettiğin otuz neferlik bir süvari
müfrezesiyle on yedi mayıs günü çıkacaktın Halçıntsi köyünden. Fakat şartlar seni, tesadüfen
miydi değil miydi şimdi kim nereden bilir, daha erken ayrılmaya mecbur bıraktı.

Huruç hareketinden önce atlara baktığın ahıra nefes nefese bir kozak çıkageldi:

― Efendim, jandarmalar sizi almaya gelmişler!

Hemen akla gelen düşünce: Kaçmak. Fakat bütün direnişçileri arkasında toplayacak bir
müfreze yerine birkaç kozakla nasıl? Hayır, olabildiğince sakin olmalıydın. Sen de öyle yaptın.
Revolver ve kılıcının olduğu odaya gitmek için eve girdiğinde süvari yüzbaşısı ve bir jandarma
orada bekliyordu.

Süvari yüzbaşısı, damıtılmış su gibi renksiz ve tatsız, kuru ve resmi tonla, Fransızca:

― Sizin Jıtomir’e GeneralVali Levaşov’a çıkmanız emir olundu, dedi.

― Bu bir emir mi, yoksa davet mi, diye fısıldadı dikkatlice, böyle adet olduğu için. Am
zaman kazanmaktı. Derken uzaktaki çan kulesinde çanlar çalınmaya başladı. Ürpertici bir ses
nedense, kiliseye ayine çağıran cinsten değil. Aklına bir anlığına ilk olarak ―Ne oluyor, Moskof
insanları kışkırtmaya mı çalışıyor?‖ düşüncesi olmuştu. Bir anlığına, çünkü bu imkansızdı.

İşte bu anda kapı şark diye açıldı ve köylü güruhu odanın içine sökün etti.

― Efendimizi size vermeyiz!

Jandarma kılıcına davranmıştı ama kozaklardan biri onun koluna darbeyi indirdi ve yere
yığdılar. Tutuklamaya gelenler, şimdi ayaklanan köylülerce mahzene tıkılmıştı. Ardık geri
dönüşü olmayan bir sefere çıkılıyordu. Ancak ondan hemen önce, üzerinde Rus devlet armalı altı
rublelik kağıda, bütün serf köylülerin artık hür, topraklarının ebediyete kadar kendilerine,
çocuklarına ve ahfadına ait olduğunu belirten bir name yazdın.

Korovitskiy ormanında Karol Rujıtski’nin direnişçilerine katıldıkları, 1831 yılı Mayısının
17’sini 18’e bağlayan geceyi unutmak ne mümkün. Ormanın üzerine tan vaktinin griliği daha
yeni yayılmıştı ki, uykusunu almış kuşların neşeli cıvıltıları ile birlikte komutanlarını hazır kıta
bekleyen direnişçilerin önüne geçti:

― Ateşli silahımız fazla yok kılıç da eksik, diye sakin ve bağırmadan, ancak sarsılmaz
bir edayla konuştu Karol Rujıtski. Onun bu sükuneti, karşısındaki direnişçilere de geçiyordu. Rus
zaliminin her yerdeki gözleri bize önceden yeterince silahlanmamıza izin vermedi. Fakat bu
topraklar için pulluklardan kılıç yapmak durumunda kaldığımız az değildir. Silahımızı da alırız,
özgürlüğümüzü de. Ve kutsal davamıza hürmetten dolayı, hücum ederken ―hurra!‖ ile değil, ―Ya
Allah!‖ diyeceğiz.

Mihal Çaykovski, Moloçkı civarındaki ilk çarpışmanı da unutamazsın. Hani neredeyse
tuzağa düşüyordunuz. Sevkiyattan yorgun düştükleri bir sırada Rus piyadesi iki taraftan
kendilerine saldırmıştı. Tek ümit kaynağı bir huruç hareketiydi. İlk olarak adeta yürüyen, sonra
dörtnala kalkarak Mihal Çaykovskinin hafif süvari birliği ileri fırladı. Kurşunlar azgın yaban
arıları gibi yanlarında vızıldıyordu. Bütün güçleriyle ―Ya Allah!‖ diye haykırıyorlardı ki aniden,
tam göremediğin geniş bir hendek çıktı karşına. Bir kurşun atını boynundan yaralamıştı. Ve atın
şaha kalktı, işte o an gücü üstüde bir sıçrama ile hayvan geniş hendeğin üstüne bir yay gibi açıldı
ve karşıya atladı… Kozakların geri düşmeden düşman yumağının göbeğine vuruyorlardı. Kılıcın
bir sağda bir solda biçiyordu. Üç kere seni kareden dışarı çektiler ve üç kere sen geri dönebildin.
Et doğrar gibi kılıçların inip katlığı bir can pazarıydı. Saliseler kaderi tayin etmişti: Burada
çıldırmış atların, insanların ayakları altında düşüp kaldınsa, kaldın. Rus birliğini fırtınaya
benzeyen ısrarlı bir hücumla püskürtmüştünüz.

Eyerlerde sallanarak, bazen at sırtında uyuklayarak yiğitler Kovel’e ulaşmışlardı. Seri
ataklarla, şahin gibi Rus mühimmat kağnılarına saldırmıştınız. Onları yok edip, cepaneleri
toplamıştınız. Birliklerini en mühim yolların üzerine konuşlandıran General Rot’un askerlerinin
sık ve sert taarruzları nedeniyle o akın çok çetin geçmişti. O zaman, direnişçilerin üzerine Rot
gibilerini salmaları tesadüf değilmiş diye düşünmüştün kendi kendine. Alsas toprağından gelmiş
Rot, Fransız İhtilali’nde Normandiya Kraliyet Alayında yüzbaşıymış. Sonra daha cömert
sofralara oturmak için Rus çarının hizmetine girmişti. Bu yüzdendir ki, ne memlekete ne de o
memleketin insanına merhamet gösterirdi. General, ününü harple ilgili işlerde değil de erbaşlar
ve subaylarla zıtlaşmasıyla kazanmıştı. Bir keresinde oturduğu konağın önündeki sokaktan bir
cenaze alayı geçerken görür. Kortej yas havasıyla ilerliyor, subaylar baştan aşağı tören
üniformaları ve tavıryla yürüyorlardı. Kollarında siyah pazıbentler taşıyorlardı. General emir
subayını gönderip kimi gömdüklerini sordurdu:

― General Rot’u, dediler yaslı edayla subaylar.

General tabutun konağa alınmasını emretti. Sert bir emir:

― Açın tabutu!

Devamını okumak için Sadık Paşa romanını PDF olarak buraya  tıklayarak indir.

Ukrayna Haber

Ukrayna'nın, ilk Türkçe haber sitesi.

İlgili Makaleler

Bir Cevap Yazın

Başa dön tuşu
Ukrayna Savaşı Sayılarla
Kapalı

Reklam Engelleyici Algılandı

BU HABERLER YAZILIRKEN NE MİLYARDER SERMAYE SAHİPLERİNDEN, NE DE ÇIKAR ÇEVRELERİNDEN DESTEK ALMIYORUZ… LÜTFEN REKLAM ENGELLEYİCİYİ DEVRE DIŞI BIRAKARAK SİTEMİZDEKİ GERÇEK HABERCİLİĞE DESTEK OLUNUZ... BU REKLAMLARA TIKLAYARAK GAZETECİLERİN BAĞIMSIZ OLMASINA YARDIMCI OLUNUZ... BAŞKA GELİRİMİZ YOK. DESTEĞİNİZ İÇİN, TEŞEKKÜR EDERİZ. PAYPAL: [email protected]